Søg i denne blog

16.11.14

Hayat Dengemiz – Dua Rahmet Kapılarının Anahtarıdır

Bütün ilâhî dinlerin en temel ve hassas ibadetlerinden biri de duadır. Esasen dua, insanda fıtrîdir. Üstün bir varlığa inanan her insan, şu veya bu şekilde dua eder. Her insan zorlandığı, üstesinden gelemediği bir durumla karşılaştığında, inandığı üstün varlığa sığınır, ondan yardım bekler.

Cenâb-ı Mevlâ insanoğlunun bu özelliğine şöyle işaret buyuruyor:

İnsana bir darlık dokunduğu zaman; yanı üzere yatarken, otururken yahut ayakta bize yalvarır. Ama biz onun sıkıntısını giderince sanki bize yakaran o değilmiş gibi davranır.” (Yûnus 10/12)

Evet, sıkıntılı anlarda Allah’a yalvarıp dua etmek, sadece imanı kâmil ve dinî hassasiyeti yüksek insanlara has bir durum değildir. Hatta çeşitli şekillerde Allah’a ortak koşanlar da böyle zamanlarda O’na yönelir ve dua ederler.

Dua fıtrîdir demiştik. O kadar fıtrî ki, imanı en zayıf olanlar bile dua ile gönüllerinde bir ferahlık ve rahatlama hisseder. Sıkıntılarının son bulacağına ümidi artar. Bu yönüyle dua, insanın ruhu için şifa, bunalımlara karşı bir kalkan gibidir. Günümüzde dünyanın birçok yerinde müşahede edildiği gibi, dua etmeyen toplumlar da ruhen çökmüş toplumlardır.

Hiç şüphesiz, dinî hassasiyeti yüksek bir müslüman için dua, insan psikolojisine olumlu etkilerinin çok ötesinde mânalar taşır. Mümin bilir ki, darlık veya genişlik zamanlarında Cenâb-ı Mevlâ’ya gönülden yapılan dua, gelmiş olan sıkıntıları gideren, gelmemiş olanların da gelmesine mâni olan bir vesiledir. Dua, kulluğun ta kendisidir, dinimizin temel direklerinden biridir. Müminin silâhıdır. Kulu rabbine bağlayan bir köprüdür.

Mümin, duanın insanın mânevî yanı üzerindeki etkisini ise şöyle bilir ve yaşar: Allah’a yönelişin feyiz ve bereketiyle kalpler âdeta yıkanır ve saflaşır. Arınmış bir kalp de kulu rabbine yaklaştırır.

Duadan söz ederken, günümüzde çok yaygın olan bir yanlış anlayışa da değinmek gerekir. Dinimizin bizden istediği dua, ihmalkârlık ve tembellik yapıp, her şeyi Allah’tan beklemek değildir.

Allah Teâlâ her şeyi bir sebebe bağlı olarak yaratmakta, nimetlerini bu sebeplerin arkasından göndermektedir. Allah’ın bahşettiği güç ve iradeyle sebep ve tedbirlere yapışmadan yapılan dua kabul olunur mu? Buna dua değil, temenni demek daha doğru değil midir?

Arzulanan hayırlı sonuçlara ulaşmak için kulun elinden geleni yapması, “fiilî dua” dediğimiz asla ihmal edilmemesi gereken bir dua türüdür. Nitekim bir haberde: “Çalışmadan dua eden, silâhsız harbe giden gibidir” denilmiştir.

Tedbir ve sebeplere sarılma konusunda, şu ölçüyü de gözden kaçırmamak gerekir: Sebeplere sarılmak kulun vazifesidir; ancak sonucu yaratacak olan yine Cenâb-ı Mevlâ’dır. Eğer O dilerse, bize sebepsiz gibi görünen bir şekilde nice sonuçlar da yaratabilir. O halde çalışıp gayret etmeli, bu gayret sırasında ve sonrasında Cenâb-ı Mevlâ’ya gönülden dua etmelidir. Eskiler, “Gayret bizden, tevfik (yardım ve başarı) Allah’tan” derken bu ölçüyü ne güzel anlatırlar!

Evet, dua, gerekenlerin yapılmasıyla birlikte Cenâb-ı Hakk’ın ihsanını istemektir. İhmal ve tembelliğin telâfisini Allah’tan istemek değildir.

Âlemlerin rabbine kul olma şuuruna sahip insanın gönlündeki ulvî duygular, O’na dua ile ulaştırılır. Âlemlerin rabbi ile kurulan bu irtibat da ulvî duyguları yoğunlaştırır. Duasız insanlar, bu halden mahrumdurlar ve ruhen kör bir halde yaşarlar. Onların maddî güçleriyle ulaştıkları sonuçlar gerçekte bir başarı değil; ya kendilerini azaba götürecek bir mühlet ya da insanlık için, tertemiz dünyamız için bir bozgundur. Ulaşılan sonuçların gerçek bir zafer olabilmesinin şartı, ancak âlemlerin rabbi ile sımsıkı irtibattır.

Müminin hayatını duadan ayırt etmek mümkün değildir. Bu özelliği ile İslâm’ın duası, hayattan kopuk, sadece bir tür rahatlama yolu olarak yaşayan diğer dinlerin duasından ayrılır.

İslâm ile diğer dinler arasındaki insanı, hayatı, kâinatı ve Allah’ı kavrayışla ilgili derin farklılıklar, duada da kendini gösterir. Yüce dinimizdeki her hüküm ve ibadet gibi dua da tevhid akidesi içinde hakiki mânasına kavuşur. Müslüman, her amelinde olduğu gibi dualarında da şirkin zerresine bulaşmaktan kaçınır. Allah Teâlâ’nın şu uyarıları, onun için şaşmaz ölçülerdir:

“Onlar, Allah’ı bırakıp bilginlerini, rahiplerini, Meryem oğlu İsa’yı ilâh edindiler. Halbuki bunlar da bir olan Allah’a ibadetten başkasıyla emrolunmamışlardır” (Tevbe 9/31)

“Allah’ı bırakıp da kendilerine putlardan birtakım dostlar edindiler. Derler ki: ‘Bizi Allah’a daha fazla yaklaştırsınlar diye bunlara tapıyoruz.’ Şüphe yok ki Allah, onların müminlerle ihtilâfa düşegeldikleri şeyler hakkında hükmünü verecektir.” (Zümer 39/3) Ve,

“Gördün mü o hevâ ve hevesini ilâh edinen kimseyi?” (Furkân 25/43)

Zikredilen bu ve diğer bazı âyet-i celileler, insanların ya kendi nefislerini ya da başka birçok şeyi şu veya bu sebeplerle ilâh edindiklerini izah eder. Müslüman, tevhide aykırı bu noktaları inceden inceye düşünerek, dualarında ve diğer bütün amellerinde yanlışa düşmekten kendini korur.

Müslümanın duada rabbinden istedikleri sadece hayırlardır. O, bütün insanlığın esenliği için dua eder. Her kim olursa olsun, yüce Allah’ın bir eseri olduğu için azap görmesini temenni etmez. Zalimlerin bile ıslahına dua eder. Kahır için duayı, ancak “ıslahı mümkün değilse” şartıyla eder.

Yeryüzünde Allah’ın halifesi olma şerefiyle yaratılan insan için en mukaddes an, yüce rabbine dua ve niyazda bulunduğu andır. Zira var oluşun gayesi, mevlâya kulluk ve ihlâsla ibadettir ve dua ibadetin özüdür.

Dua, özünde Allah’a boyun eğmek, gönülden Hakk’a yönelmektir. İnsanın, yaratıcısı karşısında acziyetini ortaya koyması, kulluğunu ispat etmesidir. İnsanın kalbinden süzüle süzüle kopup gelen yalvarışın ve yakarışın dil ile ifadesidir.

Duadan zevk almak velâyetin başlangıcı, kalbin uyanıklık işareti ve imanın kemal neşesidir. Eli arşa uzanan, sözüyle özünü birleştiren ve “Yâ rabbi!…” diye yakaran bir kuluna Cenâb-ı Mevlâ kabulle karşılık verir. Hz. Mevlânâ, Mesnevî’sinde şöyle diyor: “Eğer hudâ bizi zâtına yâr edinmek isterse, meylimizi dua ve niyaz tarafına çeker.”

Mevlâmız has kullarını Kur’ân-ı Kerîm’de şöyle metheder:

“Gerçekten inananlar, korkarak ve umarak dua ederler ve kendilerine verdiğimiz rızıklardan hayır için harcarlar.” (Secde 32/16)

Bir diğer âyet-i kerîmede de Habîb-i Edib’in gözbebekleri olan ashâb-ı Suffe’ye atıfta bulunularak şöyle buyurulur: (Ey Muhammed!) Sabah akşam rablerinin rızasını dileyerek O’na yalvaranlarla beraber sen de sabret. Dünya hayatının güzelliklerine dalarak gözlerini o kimselerden ayırma!” (Kehf 18/28)

Bu arada şu da unutulmamalıdır: Her dua, perdeleri aşarak Allah’ın huzuruna yükselemez. Her hâlükârda duanın kabul şartlarına riayet gerekir.

Edebine ve şartlarına riayet ederek duâ eden bir mümin de, duasının semeresini görmekte acele etmemeli veya, “Dua ettim de rabbim kabul etmedi” diyerek ümitsizliğe düşüp, niyazını terketmemelidir. Çünkü Cenâb-ı Mevlâ, bazan bilmediğimiz hikmetlerle duanın neticesini erteler. Bazan da istediğimiz şeyi değil, bizim için hayırlı olanı verir. Hiç şüphesiz, bizim için neyin daha hayırlı olacağını O daha iyi bilir.

Ne mutlu o mümine ki, devamlı Allah’ın kapısındadır. Dua ile Cenâb-ı Hakk’ın rahmet kapısını çalmaktadır. Başka bir kapı olmadığının farkındadır.

İslâm’ın düşünce ve ibadeti kâmil insanın şahsında müşahhas hale geldiği gibi dua da kâmil insanın ağzında müşahhaslaşır ve gerçek mânasına, hüviyetine kavuşur.


Kaynak: M. Saki Erol